TÜRKİYEDEKİ TÜM TOPKAYNAKLILARIN(BÖCÜKLÜ) BULUŞMA NOKTASI
  Hayvancılık
 

HAYVANCILIK
         Haymanalı Şeyhbızınlar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşarken koyun ve keçi beslerlerdi. Keçileri "kıl keçisi" idi. Siyah, mor, beyaz renkte tüyleri vardı. Daha önce bahsedildiği gibi maleserlerini siyah kıl keçisi tüyünden dokurlardı. Haymana yöresine geldiklerinde buranın yerli halkının "tiftik keçisi" beslediğini gördüler. Zamanla Haymana yöresine gelen aşiretler de kıl keçisini bırakıp tiftik keçisi beslemeye başladılar.
        Tiftik keçisinden elde edilen tiftik, yakın zamana kadar Haymana köylüsünün ekonomik yaşantısında önemli bir yer tuttu. Geçmişte tiftikten meşhur "Ankara Sofu" yapılırdı.
        Tiftik keçisinin ayrıca sütünden de yararlanılırdı. Halbuki Nallıhan, Beypazarı, Ayaş, Kızılcahamam ve Bolu gibi tiftik keçisinin çokça bulunduğu yerlerde sütünü sağmazlardı. Buralarda keçilerin sütünü daima oğlakları emerdi. Böylece bu keçilerin tiftikleri daha kaliteli olurdu.
         Tiftik, çok kaliteli giysi hammaddesidir. Ama ne yazık ki diğerleri gibi tiftik de teknolojinin ve daha çok para kazanma hırsının kurbanı oldu.
         Koyundan elde edilen gelir Şeyhbızınlar'in ekonomisinde birinci yeri işgal ederdi. Yakın zamana kadar köyde 40-45 koyun ve keçi sürüsü vardı. Meraların sökülmesi ve devletin hayvancılığa gereken önemi vermemesi nedeniyle köyde sürü sayısı günümüzde 10'a düşmüştür. Tiftik keçisi ise yok denecek kadar azalmıştır.
        Koyun ve keçi karışımı sürüye pes(davar) denir. Davar, ilkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerinde kırda gecelenir. Ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinin gecelerinde davar, havşi adı verilen kır ağıllarında yatırılırdı. Bu kır ağılları(havşiler) Şeyhbızınlar'dan önceki halka aitti. Şeyhbızınlar, şimdiki köylere yerleştikten sonra kendilerine birer havşi edindiler.
        Havşiler derelerde, poyrazı kapalı, kuytu yerlerde bulunur. Boydan uzun, eni dardır. Harçsız, çamursuz, kuru taş duvarla örülmüştür. Rampaya doğru, uzunluğuna yapılırdı. Aşağıya gelen kısa duvar tarafında giriş kapısı bulunur. Üstü açıktır. Eskiden havşilerin üstü yaşlıların anlatışına göre kamış demetleri ile örtülürdü. Uzun yan ve arka duvarların dış taraflarından kamış demetleri toprağa yan yana ve sıkça gömülür, yukarıya gelen uç kısımları havşinin üzerine doğru meyillendirilirdi. Her üç duvardaki kamış demetlerinin uç kısımları uç uca gelir, havşi böylece örtülmüş olurdu. Kış mevsiminde de davar havşilerde bu şekilde barındırılırdı. Havşilerin(kır ağılları) bazıları günümüzde hala varlığını korumakta ve kullanılmaktadır. Kaybolan çoğunun da o zaman ki sahiplerinin isimleri ve yerleri bellidir. 
        Davar sürüleri, sonbaharın ilk aylarında ve ilkbaharın son aylarında kır ağıllarında veya fez denilen kuytu yerlerdeki ahraçlarda yatırılır ve geceletilirdi. Yaz aylarında ise gece davar doyana ve kendiliğinden durana kadar otlatılır. Sonra durduğu yerde yatmaya bırakılırdı. Çoban, pezbent ya da pezbin denilen bir ipin ilmikli ucunu kendi koluna, ilmikli olan diğer ucunu da, daha önce eğitilmiş olan bir koyunun boynuna geçirir. Çoban uykuya dalıp davar kendiliğinden kalktığında, bu koyun ayağı ile çobanı uyandırır ya da koyunun da gitmek istemesi ile uyanırdı. 
       Davar, doğrudan çoban(sabah) yıldızı doğana kadar yatar, sabah yıldızıyla birlikte çoban tarafından kaldırılarak ortalık iyice aydınlanana kadar otlatılırdı. Ortalık aydınlanınca biraz daha davar yatırılır, güneşin ilk ışınlarıyla birlikte tekrar kaldırılıp otlatıla otlatıla suya götürülür. Güneş kızışmadan da eve getirilirdi. 
        Davar, geceleyin dağınık şekilde değil, toplu olarak otlatılır. Gündüzleri ise dağınık şekilde otlatılmaya bırakılırdı. Bazen dağ yamaçlarında ya da düzlüklerde ince bir hilal şeklini alır. Hilalin dış kısmı, davarın ön kısmını teşkil eder. Davarın bu şekildeki yayılma biçimine gerem denir. 
        Kuzular, 15 Nisan'da annelerinin yanında davara katılır ve çoban tarafından kıra götürülür. Buna beremak denir. Beremakla kuzular hem annelerinden süt emdiklerinden, hem de otlandıklarından iki ay içinde çok semiz bir hal alırlar. Bu durumdaki kuzular hemen satılırlar. Alıcı, kuzuların en zayıflarını ayırır, almaz. Bunlara izbent kuzu denir. Beremak usülü hala devam etmektedir. 
        Kuzular beremak yapılmadan önce koyunlar sağılır. Koyunlar, genellikle 6 Mayıs'ta(Hıdrellez) sağılmaya başlanır. O günde koyunlar bir ağıla konulur, ağıl kapısının her iki yanına birer kadın(berivan) oturur. Süt helkelerini önlerine korlar. Birisi de gelen ve sağılacak koyunların başını tutar. Bu şekildeki sağma işine berığ denir. Berivanlar, bazen süt sağma yarışına girer, ustalık ve bece¬rilerini gösterirler. Süt helkesi iyice dolduktan sonra bir yüzük içine atılır. Sonra berivan, koyunu sağmaya devam eder. Eğer berivan koyunu sağarken yüzüğü de yukarı doğru fırlatırsa yarışı kazanmış olur. Bu beceriyi gösteren kadınlara halebi derlerdi.
        Ağustos'ta ve Eylül'ün ilk günlerinde davar artık eve gelmez. Davarı kadınlar gidip bulundukları yerde sağarlardı. Şimdi bu gelenek kalmadı. Ne berığ kaldı ne de berivan... 
         Yeni kuzuya verk, bir yaşındakine kavır, doğurmaya müsait hale gelmiş iki yaşındaki dişisine şeğ, bunun erkeğine şeğveran, koyuna me, koça veran; yeni oğlağa ker, bir yaşındakine gisk, doğurmaya müsait hale gelmiş iki yaşındaki dişisine tuştir, bunun erkeğine seys, keçiye bızın, tekeye neri derler. Damızlık ev hayvanlarının ikinci defa gebe kalacak olanlarına bızaştir, genel olarak gebe hayvanlara da avıs adı verilir.
        Köylülerden bazıları erkek kuzularını satmazlardı. Hatta hali vakti yerinde olanlar, erkek kuzular için, Mart ayında toklu olduktan sonra teslim almak üzere mal sahiplerine önceden para verirlerdi. Bu şekilde 300-400 erkek davardan oluşan bir sürü teşkil ederlerdi. Erkek davardan meydana gelen sürüye yöz denilirdi. Yöz davarı, Mayıs ayının ilk günlerinde kırpılmaya başlanır. Yöz sahibi davar kırpanları(kuseyri) getirir, belli bir ücret vererek bütün yözünü bir günde kırptırırdı. Yözler, Sonbahar'da havalar serinleyince çobanları tarafından İstanbul'a kesim için satışa götürülürdü. Yöz sahibi de gider, satış işini yapardı. İlk zamanlarda yöz, yaya olarak İstanbul'a götürülürdü. Demiryolu nakliyeciliği gelişince Polatlı ya da Eskişehir'de özel tren vagonları kiralanır, yöz yüklenirdi.
         Bir de cul denilen kıl keçisi sürüsü vardı. Cul de aynen yöz gibi yazın güdülür, sonbaharda İstanbul'a kesim için götürülürdü.
         Koçkatım(Veranverde) :
       Temmuz ayının sonları koyun ve keçilerin çiftleşmeye başladıkları zamanıdır. O zaman koç ve tekeleri sürüden ayırırlardı. Ekimin on dördünde, veranverde dedikleri koç katım gerçekleştirilirdi. Bu tarihte koçları davara kattıklarında, koyunlar Mart ayının on dördünde kuzulamaya başlardı. Nadiren Ekim ayının yirmi birinci gününde koçların davara katıldığı(veranverde) da olurdu. Bu takdirde ise koyunlar Mart'ın yirmi birinden sonra kuzulamaya başlardı ki bu tarih, koç katım için uygun görülmezdi.
        Koç katım, Şeyhbızınlar'ın renkli geleneklerindendi. Çobanlar davarı, koçları katmadan bir hafta önce Karacaören köyündeki Kuruçöl denilen meraya götürürlerdi. Kuruçöl'de davar bir hafta otlanarak acılanırdı. Koçlar ise ip boyacılarının getirdiği boyalarla boyanırdı. Sırtları sverenk dedikleri kırmızı hene ile boyanırdı. Karın kısmının her iki tarafından da yeşil boya ile hilal(ay) şekli yapılırdı. Hilalin ağız kısmı aşağıya doğru olurdu. Hilalin tam ortasına da sarı renkteki boya ile güneş şekli yapılırdı. Bu şekil ve renklerle boyanan koçlar tam bir keskesor(gökkuşağı) görünümü alırlardı. Bazen de sırtlarına pepik dedikleri ipten yapılmış bir süs takılırdı. Bu şekilde hazırlanan koçlar, 14 Ekim'de gelen sürüye dualarla katılırdı. Koçların ve davarın üzerine buğday, mercimek, nohut karışımından oluşan hedik saçılırdı. Günümüzde bu gelenekler kalmamıştır.
         Çoban, yani Şeyhbızınların deyişiyle şıvan... Şeyhbızınlar davar güdene şıvan, sığır güdene gavan, dana güdene gürevan derler. 
        Davar Çobanlığı(Şıvan): 
        Şıvan, Şeyhbızın halkı arasında değerli bir kişiliğe sahipti. Öteden beri koyunculukla uğraş verdiklerinden önemli bir meslekti. Serşıvan yani başçoban, bilgili, cesur, sürüsüne hakimdi. Davarın halinden anlar, koyunun hastalıklarını teşhis ve tedavi ederdi. Sorumluluğunu aldığı 500-600 koyunluk sürüsünü günde en az iki kere sayar, eksik olanı hemen tespit(ve ser) ederdi. Aradığı zaman o davarı sırtından, kuyruğundan olsun tanır, bulurdu. Yardımcısı olan(dviajo) çönesine gerekli talimatları verirdi. Yaz aylarında davar evden geç çıkarılır. Saat 16.00-17.00'ye doğru davar sürülür, çoban, davarı alenç yani akşam sulamasına kadar yayma ve gütme işini çönesine bırakırdı. Baş çoban eşeğine palanı sarar, tir dedikleri heybesini yüklerdi. Heybesinde su testisi ya da fıçısı, ekmeği, yemek malzemesi, yemek pişireceği ufak bakır(kazığ) tenceresi bulunurdu. Ekmek, hemban denilen keçi ve kuzu derisi tuluğundan yapılan torbalara konulurdu. Yufka ekmeği hembanda kurumaz, yumuşacık kalırdı. Çoban, ayrıca köpeklerinin yalını verirdi. Güneş batmadan çönesinin mahiyetindeki davara ulaşırdı. Davarı önce temiz, düzenli bir şekilde sulardı. Gece yaylıma götürürdü. Davar, gece serinliğinde doyup durana kadar yayılırdı. Davar yatanınca çoban çönesine de yatmasını söylerdi. Kendisi de pezbinini bağlar ve böylece uyurdu. Iki saat yattıktan sonra çönesini uyandırmadan davarı kaldırır, şevaju denilen gece yaylımını yapar. Şevaju, sabah(çoban) yıldızı doğana kadar devam ederdi. Sabah yıldızı doğar doğmaz baş çoban davarı tekrar yatırır, kendisi de yatardı. Ortalık aydınlandı mı davarı kaldırarak, güde güde çönenin yattığı yere getirir ve çöneyi uyandırır. Birlikte güneş doğup da sıcaklığını ortalığa vermeden davarı suya götürür. Bazen çoban, hadan dedikleri küçük ve güzel dokunmuş yün iplikten torbasındaki tuzdan, harize denilen taşlar üzerine dökerek davarı tuzlar ve suya böylelikle getirdi. Sabah suladıktan sonra davarı sayar; "falan, filan yere götür, yaydır(alenç) ve tekrar sulayarak eve getir!" diyerek çönesine sürüyü teslim eder. Baş çoban da bu arada evine gelir. Gece fazla uyumadığından evinde yatar. Gözgöz'de alenç yani davarı sulamadan önceki gündüz yayılmaları arazilerde yapılırdı. Dağ meralarında yapılmazdı. Dağ meralarında serin mevsimlerde ya da yazın geceleri yaydırılırdı.
         Çoban, davarın hastalıklarından anlar, tedavisini yapardı. 21 Haziran(gündönüm)'dan sonra davar kırpıldığından, güneş yakmaması için sverenk denilen kızıl hene ile koyunların kuyruk dahil olmak üzere, sırtı boyanırdı. Hene, koyunun ağırma hastalığına da iyi gelirdi.
         Yaz mevsiminde koyunu bekleyen musibetlerinden biri tırtıl(kurt)'dır. Bu durumda çoban yanında bulundurduğu asitfenik(esfenik)i koyunun kurda maruz kalmış bölgesine sürer, tırtılları öldürürdü. Ondan sonra yaraya katran sürerek koyunu tedavi etmiş olurdu.
         Koyunun en büyük felaketi ise kene(gene) idi. Haşaratı yok eden ilaçların bilinmediği, olmadığı zamanlarda kene, davarı kırar geçerdi. Kene kışın soğuk ve ayazında koyuna dalar, yazın ise terkederdi. Soğuk kış günlerinde koyunun kanını emdiği gibi zehirlerdi de. Hele 8-9 aylık toklular, keneye hiç dayanmazlardı. Yaşlıların anlatışına göre eskiden bazı kışlar keneden öyle davarlar kırılırdı ki, kesilen davarın etini değil insanlar, köpekler bile leşlerini yiyemezdi. Bir kişi sahip olduğu davarın üçte birini, hatta bazen hepsini kaybederdi. Keneye karşı davar sahiplerinin ümidi yine geno olan bazı çobanlardı. Geno, ağıl(güm)da bulunan sürünün üzerine bazı ameliyeler yaptıktan sonra ağzına aldığı suyu püskürtürdü. Böylece keneler ağıldan kaçarlardı. Sonraları çıkan haşare yok edici ilaçlarla, bu musibetin önü alındı.
         Davarı tehdit eden tehlikelerinden birisi de kurt(canavar)tur. Kurt, daldığı sürüyü yok edip giderdi. Kurdun yaraladığı koyun artık iflah olmaz. Çünkü koyunu gıtlağından yaralar. Bu yara bir süre sonra iltihap kapar ve koyunu aniden öldürür. Kurda karşı çobanın en önemli yardımcısı köpeğidir. Çoban köpeği davara göre eğitilir. Gündüzün insana hücum etmez, saldırmaz, havlamaz. Ama güneş battıktan sonra canavardan öteye aslan kesilir. Hırsıza fırsat vermez. Insana ve kurda havlaması ayrı ayrıdır. Çoban, köpeğin havlamalarından kurda mı, insana mı, yoksa ata, eşeğe, sığıra mı havladığını anlar, bilir. Iyi çoban köpeği kurdu kovaladığı zaman saldırır, arkadan kurda kendini çarptırır. Böylelikle kurdun belini kırmaya çalışır. Iç güdüsü ile bilir ki kurdun en zayıf tarafı belidir. Çoban, eşiyar(uyanık) olur. Gece kırda en ufak bir ses, bir çıtırdı ile uyanır. Bazen davar kalkıp(herıki) giderse, çoban uyanmazsa bile iyi bir çoban köpeği davarla beraber gider. Böylece serbest giden davarı kurttan ve diğer tehlikelerden korumuş olur. 
      Çobanın sopası ve kavalı meşhurdur. Sopası, aynı zamanda onun korunma silahıdır. 
     Şeyhbızınlardan  Yeniceli çobanlar mesleklerinin erbabıdırlar. Bu yüzden çevre köylerden Güzelcekale, Totak(Durupınar), Çeltikli, Şerefligökgöz, Karasüleymanlı, Culuk, Boyalık, Karacaören, Gölbek, Bezirhane, Cimşit'in sürü sahipleri, davarlarına çoban olarak Yenicelileri tercih ederler. Çoban eğer kendi davarını güder, onunla birlikte başkalarının davarını(hamgele) da güderse davar başına aylık bir ücret alır. Başkasının sürüsüne çoban olarak giderse altı ya da yedi aylık ücretle anlaşır. Bu şekilde Nisan ayında başlar ve müddetini bitirir.
       Çobanın bir de sürülerine taktığı takıları da vardır: Zengül, çank, yedek gibi. Bunların çıkadıkları sesler ayrı ayrıdır. Gözden sürüyü kaybettiği zaman takıların seslerinden sürüyü tanır, bulur. Ayrıca birkaç davar sürüsünün bulunduğu mıntıkada, kendi sürüsünü takıların çıkardığı seslerden ayırtedebilir. Kuzuların boynuna da tıkırdağ denilen küçük takılar(çanlar) takılır.
        
Sığır Çobanlığı(Gavan): 
        Şeyhbızınlar, sığır çobanlarına gavan derler. Bazı yörelerde sığırmaç da denir. Sığır sürüsüne ise nahır derler. Sığıra terıke de denildiği olur. Gavan, sürüyü sabahtan götürür, akşama kadar güder. Köyün tüm sığırını bir kişi güder. Gavana, büyük erkek çocukları da yardım ederler. Gavan, sabahleyin sığırlarını hangi yöne doğru süreceklerini bağırarak ilan eder:"Ve jöro ho kerın be." Yani yukarıya doğru sığırınızı sürün!  Bütün köyün sığırları toplandıktan sonra nahır, ilan edilen yöne doğru sürülür. Belli bir mesafe gittikten sonra yayılmaya bırakılır. Çoban, sığırın tümünü görebileceği bir noktaya çıkar ve gözetler. Yazın sıcaklarında kuşluk vakti, nahırı su başına getirir, sular ve suyun yanında bulunan ve fez denilen bir yerde yatırır. Özellikle Mayıs'ın son yarısında sığır sineği, sığıra hayretmez. Sığır, bu sinekten öteye beriye kaçar, dağılır. Onun için gavan, bu zamanlarda sığırı nispeten serin ve yüksek olan muzulang adı verilen yerlerde yatırır. 
        Şeyhbızınlar ineğin yeni doğmuş yavrusuna(buzağıya) gur derler. Buzağının 8 ile 18 aylığına (danaya) parin, doğurma çağına gelmiş genç dişi sığıra negin, genç erkek sığıra da canıge denir. Ineğin erkeğine(öküze) de ga derler.
        Daha önceleri köyde, öküzden yük taşımakta faydalanılmaktaydı. Öküzün sırtına eşyalar sarılmak suretiyle taşıma gerçekleştirilirdi. 
        İneği sağarken buzağısı, ön cephesinde bağlanır. Buzağı, boynuna geçirilen ve guresarığ denilen yün iplikten yapılmış özel bir bağ ile bağlanırdı. 
        İnekler genellikle ilkbahar aylarında döllenmeye(boğaya) gelirler. İneğin bu döllenme durumuna kel derler. 
       Sığırların barınaklarına ahur(ahır) derler. Sığırın beslenmesi mevsime göre değişir. Kışın ahurdan çıkarılmaz. Samanla karışık buğday kepeği veya fabrika yemi verilir. Baharın ise taze veya kuru otla beslenirler. 
        Gavan, senelik ücretle köyün sığırlarını güder. Sığır başına senelik buğday alır. Eskiden bir yarım (teneke) olan ücret, şimdi dört yarımdır. Gavan önceleri her gün, sığırını güttüğü her evden ekmek toplardı. İneği buzağılayan evden yoğurt da alırdı. Şimdi bu adet de kalmamıştır.

         
ÇİFTÇİLİK:
         Şeyhbızınlar'ın çiftçiliğe başlamaları biraz da zoraki oldu; Mithat Paşa'nın "Zirai Reformu" ile her ailenin(köylünün) yılda en az 10 dönüm ekin ekmesi şart koşuldu. Bu durum hayvancılıkla geçinen köyülere çok zor gelmişti. Çiftçilik uğraşıları hiç yoktu. Ancak zamanla ve yavaş yavaş bu yaşama da alıştılar. Çiftçiliği kısa sürede öğrendiler. Hiç sökülmemiş arazileri sökmeye başladılar. O zamanlarda tarlaların ekilip biçilmesi, insan ve hayvan(öküz) gücüne dayanıyordu. Osmanlı Devleti'nce sökülen ve ekilen arazilere belli aralıklarla mülkiyet hakkı tanındı. Devletin ilk verdiği tapu senedi, "Sened-i Hakani" 1870 tarihlidir. Sonra 1894'te de tapu senetleri verilmiştir.
         Arazileri cıft dedikleri kara sabanla sürerlerdi. Cıft, sağlam bir ağaç cinsinden yapılırdı. Toprağa gelen ağaç kısmının ucu sivrice yontulurdu. Bu uca giderek sivrilen bir demir(gisın) geçirilirdi. Aynı istikamette yukarıya doğru uzanan, çiftçinin tutacağı dutak vardı. Öne doğru uzanan kısma(ok) da bir çift öküz, boyunduruk vasıtasıyla koşulurdu. Pulluk çıkınca cıft terkedildi. Bir numaralı pulluğa(tek pulluğa) bir çift öküz ya da bir çift at koşulurdu. O zamana kadar binek hayvanı olarak kullanılan at, bundan böyle koşu aracı olarak da kullanılmaya başlandı.
        Bir nolu pulluk tek dutaklı idi. Çiftçi sağ eliyle dutağı tutar, so eliyle de öndere ya da at ise dizgini tutardı. Pulluk zamanla geliştirildi; üç, beş ve altı numaralıları çıktı. Beş numaralı pulluklarla özellikle ilk defa sökülecek ham(gen) topraklar herk yapılırdı. Üç ve beş numaralı pulluklar da tek demirli(gisinli) olup iki dutaklı idiler. Yalnız beş numaralı pulluğa iki çift koşu koşulurdu. Ya bir çift öküz ve onun önüne bir çift at, ya iki çift öküz ya da iki çift at koşulurdu. Altı numaralı pulluk, sadece ham toprakların sökülmesinde kullanılırdı. Bu pulluk, ik demir tekerlekli ve duruma göre ayar sistemi bulunan bir araca bağlanır, beş numaralı da olduğu gibi iki çift koşu koşulurdu. Bir de sonradan geliştirilen üç demirli bir pulluk var ki özelliği dutaksız oluşuydu. Iki çift at koşulmasına rağmen tek kişi ile arazi sökümü yapılabilirdi. Üç tane demir tekerleğe monte edilmişti.
       Sonraları, şimdiki mibzerlerin temeli olan, üç demirli ve tohum ekmekte kullanılan sandıklı (tulumba)'yı kullandılar. 
       Taşıma:
       Eşya ve yüklerini taşıma işi önceleri öküz ve develerle yaparlardı. Kağnı arabası çıkınca öküzlerini kağnıya koşarak taşıma işini onunla yapmaya başladılar. 
       Kağnının yapılışı: Kağnının arkası, pil adını verdikleri iki kalınca ağacın birer uçlarını uçu uca getirilerek birleştirip, diğer birer uçları arasında 1.5 m kadar açıklık bırakarak yaparlardı. Arka tarafından ve 2 m kadar da öne doğru olmak üzere, her iki pilin üzerine köp denilen birer yassıca ağaç, vidalı demirle bağlanır. Önden arkaya doğru ve köplerin üzerine, kağnının her iki tarafından köpesan denilen birer ağaç kayıverdirilir. Köplerin üzerine, uçları pillere gelecek tahtalar çakılır. Yarma çamdan, üç parça halinde yapılan iki tekerlek vardı. Tekerleklerin yere gelen çevresine demir şina geçirilir. Ortadaki çam yarmanın tam ortasından kare şeklinde bir delik açılır ve hekzanın bir ucu tekerleklere geçirilir. Kağnının şasesi, her iki yanında ve altta bulunan ikişer dişli hekzanın üzerine oturtulur. Öküz ya da erkek mandalar boyunduruk yardımıyla kağnılara koşulurdu. 
         Dingil üretimine başlanınca iki tekerlekli ve dingilli kağnılar ve at arabaları yapılmaya başlandı. At arabasının yapımıyla, o zamana kadar binek hayvanı olarak kullanılan atlardan, taşımacılıkta koşu hayvanı olarak faydalanılmaya başlandı. 
        Şeyhbızınlar, tarladan tahıl sapını çekmek için kağnının üzerine, karaçav dedikleri bir sal koyarlardı. At arabalarında ise bu iş için sandık kısmı indirilir, dört tekerleğin üzerine angıç yüklenirdi.
        Hasat aracı olarak tırpan ya da kısa ve seyrek ekinleri biçmek için das(orak) kullanılırdı. Tırpanla biçilen ekinin çalgıları anadut ve tırmık ile toplanır, deste yapılırdı. Destelerdeki sap, anadut ile angıç veya karaçava düzgüncene yüklenir, harman yerine taşınırdı. Orakla biçilen ekin ise, öncelikle lus denilen yığınlar halinde tarlada toplanır, daha sonra harman yerine taşınırdı. 
        Köyün dört tarafı harman yeri idi. Harman yerleri genelde devletin, yani "köy tüzel kişiliği"nin mülkiyetinde bulunuyordu. Ancak harman döktüğü kişi "harman dökme" zilliyetine sahipti. Harman sahibi, bundan başka harman yeri hakkında başka bir tasarrufa sahip değildi. 
        Harman yerinde sapların üzerinden qelm denilen döğen gezdirilir, saman yapılırdı. Qelm, iki ya da üç parça, ön tarafından uç kısmı yukarı doğru hafifce bükülmüş çam kalastan yapılırdı. Alt kısmına, çakmak taşından dişler çakılırdı. Köylüler, bu döğenleri hazır olarak satın alırlardı.
        Harmandan döşeğe sap sermek için iki-üç parmaklı demir dirgenler kullanılırdı. Ayrıca bu iş için ağaçtan sap kısmı uzun qelang da kullanılırdı. Sap döğenle saman haline getirildikten sonra yabalarla saman toplanır, tınas yığını haline getirilirdi.Yaba iki çeşitti; büyük yaba ve küçük yaba. Artık rüzgarın esmesini beklerlerdi. Rüzgarın esmeye başlamasıyla birlikte küçük yaba ile tınas savrulmaya başlanır, buğday ya da arpa samanından ayrılırdı. Böylelikle meydana gelen ekin tanesi yığınına tec denilir. Tecdeki ekini iri samanlardan(kesmık) ayırmak için iri kalbur(gözer) kullanılırdı. Ekin çuvallara doldurulup evlere getirilir, saman kedan denilen samanlıklara doldurulurdu. 
        Köylülerin geneli hayvancılıkla uğraştıklarından saman onlar için çok değerli idi. Sığırların, koyunların, atların, eşeklerin temel besiniydi saman. Uzun kış mevsimlerinde samanın bitmesi bir köylü için büyük felaketti. Bu yüzden samanlıklar büyük ve derin yapılır, her türlü kış şartlarına karşı samanla doldurulurdu. 
        Siyah kıl ya da yün iplikten dokunan ve don denilen özel bir kilimi kağnı ya da at arabasının dört tekerinin üzerine yaptıkları sal üzerine kurar, samanı bunun içine doldurup harman yerinden samanlıklara taşırlardı. Dona saman büyük gürgen yabalarla yüklenirdi.
       Buğdayın ekserisi evin ihtiyacı için kullanılır; un, bulgur yapılırdı. Arpayı ise hayvanların kışlık yemi için saklanırdı. Senede iki kez, sonbahar ve ilkbaharda olmak üzere değirmene un öğütmeye giderlerdi. Çevrede, Polatlı'nın Kürt Teciri(Özyurt), Kocahacılı köyleri ile Haymana'nın Kadıköy(Yeşilyurt), Gölbek ve Kulu'nun Altılar köylerindeki su değirmenlerine vardı. Kocahacılı ve Kürt Teciri'ne gittiklerinde bir ayda zor dönerlerdi.
        Artan buğday ve hayvan yemi olarak bırakılan arpayı çal denilen kuyularda ve anbar denilen özel yapılmış yere gömülü sığınaklarda muhafaza ederlerdi.
        Anbarlar, önceki halka aitti. Şöyle yapılırdı: Derinliği 3 metre, genişliği ise daire biçiminde 2.5 metre kadar bir kuyu kazılır, kenarları koni şeklinde yukarıya doğru daralacak şekilde taşla örülürdü. Bu şekilde üstten bir insanın inip çıkacağı genişlikte bir delik bırakılırdı. Ekin anbara doldurulduktan sonra, kapak olarak deliğin üzeri, yassı ve ağır bir taşla kapatılırdı. Anbarlarda hayvanların kışlık yemi ve baharın tarlaya ekilecek tohumluk arpa muhafaza edilirdi. 
        Çal ise dışarıda, yaklaşık 2 metre derinliğinde ve 2 metre çapında, daire şeklinde kazılırdı. Buğday doldurulmadan önce alt kısmına saman döşenir, biraz buğday konur, buğdayın yanlardan toprağa temas etmemesi için kenarlarına saman yerleştirilir, bu şekilde çal doldurulurdu. En üste buğday sapı ve onun da üstüne saman örtülür, üzerleri toprakla kapatılırdı.
       Şeyhbızın çiftçileri; beyaz(kurt), kunduru(sert) ve Ankara(sunter) buğdayını ekerlerdi. 1950'den sonra Ahırlıkuyulu Tatarlar'dan Haymana Şeyhbızınları kızılbaşak(kılçıksız) buğdayı öğrendiler ve bu buğdayı da yetiştirmeye başladılar.
        Arpayı baharın ekerlerdi. Sonbaharda ektiklerinde yetişmez, donardı. 
       Tarlanın sürülmesi, yani herk işi 15 Mayıs ile 10 Haziran arasında yapılırdı. Bazen Nisan ayında yapıldığı da olurdu. Nisan'da yapılana ahır hergi derlerdi. 10 Hazİran'a kadar herk yapılamayan tarlalar artık sürülmez, ertesi yıl Mart ya da Nisan aylarında bu tarlalara mercimek, nohut, burçak gibi baklagilleri ekelerdi. Burçağı el değirmenlerinde(destar) kırarlar, kışın sıcak su ile kabartmak suretiyle öküzlere yem olarak verirlerdi. Mercimeğin en kalitelisi, yassı mercimek(nuji hevpen) idi. 
        Ekim ayının sonundan itibaren tohum ekme zamanı başlardı. Havaların müsait olması durumunda ertesi yıl kış ve Mart ayında bile buğday ekerlerdi. Baklagilleri ise Mart ve Nİsan aylarında ekerlerdi. 
       Buğday ve arpa ekilmeden önce siyah mantara(kürüg) karşı, göztaşılı(Bakır sülfat/CuSO4) suyla iyice karıştırılırdı. Şimdi bu işlem için toz ilaçlar kullanılmaktadır. 
       Çiftçiler kimyevi gübreleri 1968, özellikle de 1970'li yıllarda kullanmaya başladılar. Dekar başına 15 kg'dan az olmamak üzere taban gübreyi, mibzerle ve tohumla beraber ekerler. Gübreyi Tarım Kredi Kooperatifi ya da bu işin ticaretini yapan şahıslardan sağlamaktadırlar. Ilkbaharda da tarlaya boy gübresi atılır.
       Dekar(dönüm) başına 1.5 ile 2 yarım arasında buğday tohumluk olarak tarlaya atılır. Bir yarım, 16 kg buğdaya tekabül eder. Yarımın yarısına şinik, dörtte birine ise tımın derler. Toprak eğer iyi ise tohumluk olarak 2 yarım, kepür(xıriş) ise 1.5 yarım buğday ekilir. Arpa olarak ise iyi tarlaya 5, kepür tarlaya 3 yarım tohumluk ekilir. Baklagilerden mercimek ve burçakta dönüm başına bir tımın (mucur), nohut ve figde ise 1 şinik ekilir. 
       Bir dekar 1000 metrekaredir. Bir dönüm ise 30 adım en ve 30 adım boyundaki bir kareye denir. Yaklaşık olarak bir dönüm, bir dekara eşittir.
       Haymanalı çiftçiler son birkaç yıla kadar köyün arazisini bir yıl eker, ertesi yıl nadasa bırakırlardı. Bu şekilde tarlanın dinlenmesi, korunması sağlanırdı. Ekili arazinin korunması amacıyla Nisan ayında Köy Ihtiyar Heyeti'nce bekçi(korucu) tutulur. Bekçiler, arazideki tüm ekinler biçilene kadar görev yaparlar, ücret olarak da her çiftçi ailesinden buğday hakkı alırlardı.
      Ekin biçmede 1950'lerden itibaren orak makinesini kullanmaya başladılar. Orak makinesine üç tek at ya da iki at önde, iki öküz arkada olmak üzere 4 hayvan koşulurdu. Bir kişi önde oturur, koşuları sürer; bir kişi de arkada oturur biçilen ekin saplarını makinenin arkasına demir dirgenle atardı. Sapla doldukça dolabın ipi bağlı bulunduğu ayağı geri kaydırır ve boşalırdı. Böylece biçilen sap çalgıları(felte) düzgün bir şekilde yığılır ve kolayca toplanırdı. Orak makineleriyle günde 30-40 dönüm ekin biçilirdi.
      Orak makinelerinin işlevi uzun sürmedi. Daha sonra traktörle çekilen orak makinesi modelleri çıktı. Ancak bu makine fazla yaygınlaşmadı. Beldede şu an bu makineden bir tane vardır. Biçerdöverlerin çıkmasıyla birlikte orak makinesi artık kullanılmaz oldu.

 

| Gönderen: | Kategori: Kültür | Tarih: 29.03.2007 |

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol