TÜRKİYEDEKİ TÜM TOPKAYNAKLILARIN(BÖCÜKLÜ) BULUŞMA NOKTASI
  Aile Ve Akrabalık
 

AİLE ve AKRABALIK İLİŞKİLERİ :
    Şeyhbızın evleri, çok nüfuslu geniş ailelerden meydana geliyordu. Dede, nine, onun evlenmiş erkek çocukları, gelinler, evlenmemiş kızları, torunlar hepsi bir çatı altında yaşarlardı. Şeyhbızınların deyimiyle bunlar bir ev(mal) teşkil ederlerdi. Kısacası şimdiki anne, baba ve çocuklardan oluşan küçük aile tipi yoktu. Bunun nedeni ekonomiye dayanıyor. Ailenin geçim kaynakları; davar sürüleri, bahçeleri, tarlaları birdi. O zamanlar günümüzdeki makineleşme olmadığından tarlaların sürülmesi, ekilip biçilmesi, toplanması, bahçenin bakımı, koyun sürüsünün güdülmesi tamamen insan gücüne dayanıyordu. Bu yüzden aile nüfusunun fazlalığı, birlikte yaşamak, önemliydi. 
     Böyle bir aile ne zaman ki dede ölür, o zaman çocukları ayrılarak yeni aileler-cıgio oluşturuyorlardı.
    Hanede gündüzün erkekler ayrı, kadın ve çocuklar ayrı otururlardı. Kadınlar ve küçük çocuklar ayrı , erkekler ayrı yemek yerlerdi. 
    Hanenin bir kevanusu vardı. Kevanu, hanenin yiyecek ve içeceklerini kontrolünde bulunduran kadındır. Yemekler bunun gözetiminde ve talimatlarına göre hazırlanır, yapılır. Peyniri, yağı, çökeleği hazırlar. Bilgi ve hünerleriyle yiyeceklerin ve içeceklerin korunmasını sağlar. Kevanu, genellikle çocukların annesi, torunların ebesidir. Kevanuların Şeyhbızınlar'in yaşantısında, geleneğinde önemli bir yeri vardır. Kevanu, sadece yemeklerden anlayan değil, adeta evin ana arısı gibiydi.
     Evde reis babadır. Evin tüm gelir, gider ve hesapları onun kontrolündeydi. Ev işlerinin düzenli yürümesini sağlardı. Onsuz hiçbir alavere(alışveriş) yapılmazdı. Evli erkek çocukların herbiri ise evin bir işinden sorumlu ve görevliydiler. Davardan sorumlu olan rençberlik yapmaz, rençberlik işiyle uğraşansa davara karışmazdı. Evde belli bir işi olmayan çocuklar ise ya başkasının yanına çobanlığa, ya da hizmetkarlığa verilirdi. Kazandıkları parayı ise evin reisine verirlerdi.
       Ekin biçme ve toplama işine kadınlar da katılırdı. Kadınlar sapı tırmıkla toplar, ya da orakla ekini yolarlardı.
    
Doğum-Bebeklik-Çocukluk: 
    Kadın hamile kaldığında bunaltılar geçirir, iştahsızlık başlar. Canı, özellikle ekşi yiyecek ve içecekleri çeker. Kadının hamilelik durumuna bizığ denir. Doğumun ertesi günü bebeğin(cicık) vücudunu iyice tuzlarlardı. Ağzı da tuzlanırdı. Bu işlemi, bebek kokmasın, avuçlarının içi büyüyüp çalışmaya başladığında yaralanmasın diye yaparlardı. Iltihaplanıp akmasın diye de kulakları tuzlanırdı. Bir gün sonra ise tuzundan iyice yıkanarak temizlenirdi.
    Doğum yapan kadının bir haftaya yakın zamanına zestan derler. Zestanlı kadının başının çavresine kırmızı bir bez bağlarlar. Bu bezi al basmasın diye bağlarlardı. Bu süre zarfında kadının korkmaması için hiç yalnız bırakılmazdı. Al basmasından kadınların öldüğü de olurdu.
Zestandaki bir kadına komşular çeşitli yiyecekler, içecekler getirirlerdi. Günümüzde giyecekler de götürmektedirler. 
      Çocuk doğar doğmaz kırk arpa tanesini dış kapının eşiğinin altına koyarlardı. Çocuk çıllığ yani kırk gününü doldurana kadar. Bunu, çocuğu doğan ve henüz kırk gününü doldurmamış ev halkının o eve gelmemesi için yaparlardı.
      Tuzdan yıkanan çocuğa çırtık diye bir gömlek giyerlerdi. Çıllığını(kırkını) doldurana kadar, bu gömlek üzerinden hiç çıkarılmazdı. Kırkıncı gün bir leğene soğuk su koyarlar. Estif adını verdikleri ve hamur kesmekte kullandıkları yassı ve saplı aleti ateşte kızdırırlar. Bal mumunu bu estife, leğendeki suyun üzerinde dokundurarak eritirler. Eriyip suyu düşen mumun üç damlasını top yaparak götürür, mezarlıklarda herhangi bir mezarın bir köşesinde toprağa gömerler. Ondan sonraki üç damlasını da top yaparak bebeğe su dökecekleri leğenin altındaki bir maden parçasının üzerine koyarlar. Bebeğin ayakları bu mumun üzerine gelecek şekilde tutulur. Mumu damlattıkları sudan kırk kaşık su alır ve çocuğa dökülecek ılık suya karıştırırlar. Sonra bir kadın iki elini bir tersinden, bir düzünden; "çıllo bı reve,çıllo hat we te" diyerek çocuğa dökülecek suya vurur. Leğenin içindeki mumun üzerinde ayakta dik tutulan çocuğun başı üzerine buğday kalburunu tutarak yavaş yavaş suyu dökerler. Böylelikle çocuğun kırklığı(çıllığı) kesilmiş olunur. Ve doğumdan itibaren çocuğa giydirmiş oldukları çırtık, yani gömleği atarlar. 
      Kırklık kesilmesiyle bebeğin tüm hastalıklardan kurtulduğuna inanılırdı. Kırktan sonra eşiğin altına koydukları kırk arpa tanesini çıkartılardı. Bebeğin annesi de benzer şekilde yıkanırdı. 
       Yeni doğan çocuğu bir müddet sararlar. Buna piçinek, yani kundaklı bebek, sardıkları beze de peçek yani kundak derler. 
      Kundağa sarma işlemini şöyle yaparlardı: Temiz topraktan biraz elenir. Tandır yakılır, ekmek sacı tanıdırın üzerine konulur. Elenen temiz toprak, sacta karıştırılarak kavrulur. Biraz soğuduktan sonra kundak(peçek) bezinin üzerine serilir ve bebeğin poposu toprağa gelecek şekilde itina ile sarılır. Bebek 24 saat bu şekilde rahat ederdi. 
        Bebeği heşek adı verdikleri özel olarak yaptıkları salıncakta yatırırlardı. Salıncağın iplerini çocuğun annesinin odası döşemesindeki tavan kirişine asarlardı.
      Çocuk yürümeye başladığında küstek, yani ayak bağını keserlerdi. Ufak bir torbaya çerez, kuru yemiş koyup çocuğun eline verirler. Büyük bir çocuk gelir, birden çocuğun elindeki yemiş torbasını kapıp giderdi. Çocuk da bunun arkasından ağlayarak yürür, tekrar torbayı almaya çalışırdı.
       Çocuğun ilk dişleri çıktığında, dıranrawık dedikleri buğday, yeşil mercimek, nohut ve kuru fasülyeden meydana gelen hedikten evlere dağıtırlardı. Hedik verilen ev, bunun kabına para ya da bazı eşya hediye olarak koyar, gönderirdi.
     Erkek çocuk 4-5 yaşlarına geldiğinde sünnet edilir. Sünnetçiye kiriwe derler. Kiriwe, erkek cinsel organı işiyle uğraşan kişi demektir. Bazen çocuğun kirvesi de olur. Kirvelik, aileler arasında adeta bir akrabalık meydana getirir.
        Dini Vecibeleri:
      Şeyhbızınlar halkının ekserisi Şafii Mezhebi üzerine dini vecibelerini yerine getirir.
    Halkın gelenekleri ile dini gelenekler kaynaşmış durumdadır. Hangisinin dini, hangisinin örfi olduğunu ayırdetmek hemen hemen imkansızdır.
       Mahalle Mektebi denilen okul, öteden beri Yenice'de vardı. 1926 yılında bu okulda yeni Türk alfabesi ile öğretim yapılmaya başlandı. Daha önceleri Kur'an öğretimi ve bazı ilmihal bilgileri üzerine öğretim verilirdi. Perşembe günleri öğrenciler hocalarına perşembelik diye bazı yiyecek ve yemekler götürürlerdi.
      Perşembe günleri bazı fakir kadınlar evlerden, ölmüşlerin hayrına olmak üzere yiyecek toplarlardı. Verilen bu yiyeceklere şim-ı mırdıgel derlerdi.
    Ramazan ve Kurban bayramlarında, Muharrem ayında olduğu gibi sütlü dan çorbasını yaparlar. Bu günlerde, erkek çocuklar tahta kaşıklarını alır, ev ev gruplar halinde dolaşarak evlerde yapılan bu çorbalardan içerlerdi.
     Genç kız ve erkekler ayrı ayrı kendi aralarında 4-5'i toplanırlar, cejnaneke dedikleri yemekler yaparlar. Cejnanekeleri, güzel havalarda kırlarda yaparak eğlenirlerdi.
      Rebiülevvel ayına Mevlüt Ayı derler. Bu ayda bazı kişiler evlerde yemekli davetler verirler. Hoş sesli kişiler, güzel makamlarla Mevlüd-i Nebi'yi okurlardı.
       Hıdrellez'de maniler okuyarak genç kız ve oğlanlar şans çekerlerdi.
        Başsağlığı(Serxweşi)-Yas(Şıvin)
      Mezarları lahd şeklinde değil de şaka benzer bir şekilde yaparlar. Bu şekildeki mezarları kendilerinden önceki yerleşik halkın mezarlarına benzetmişlerdir. Önceki halk gayri müslimdi. Gayri müslimler(Hristiyanlar) cenazelerinin yüzlerini Kudüs'e doğru çevirerek defnederler. Müslümanlar ise Kabe'ye doğru defnederler. Yenice'ye göre Kudüs ile Mekke aynı çizgi üzerindedir. O yüzden köyde bulunan eski mezarların Müslüman mezarı mı yoksa Hristiyan mezarı mı olduğunu, yönlerine bakarak ayırdetmek mümkün değildir.
        Mezarın her iki yanına cenazenin sığacağı şekilde tek sıra taş dizerler. Cenaze konulduktan sonra üzeri yassı, geniş taşlarla kapatılır. Onun da üzerine bir iki çuval sap serilir ve toprakla doldurulur. Bu çeşit mezar, çevrede Yenice'den başka sadece Balçıkhisar'da yapılır.
      Cenaze defnedildikten sonra topluca ölü evinin önüne gelirler ve avluda daire şeklinde otururlar. İmam, Kur’an-ı Kerim’den birkaç ayet okur, arkasından herkes sessizce ölünün ruhuna Fatiha okur. Herkes ayağa kalkarak ölü sahibine başsağlığı dilerler. Sonra kafile kafile içeri girer, bir odada imam Kur’an’dan ayetler okur, aynı şekilde ölen kişinin ruhuna Fatiha okunur, ayağa kalkılır ve “el-hükmü lillah(hüküm Allah’ındır), Allah ecir ve sabır versin, Allah rahmet etsin“ denilerek oturulur. Arkasından başsağlığı dileyenlere, önceki senelerde kahve, şimdi ise çay ikram edilir. 
        Erkek ve kadınlar ayrı ayrı evlerde başsağlığında bulunurlar.
        Şeyhbızınlar, ölülere de ağıt söylerlerdi. Yaşlı kadınlar, ölünün yakını kadınlar, ölü kişi ile ilgili duygulu, acıklı bir şekilde öyle ağıtlar dizerek söylerlerdi ki, ölünün yakını olmayan kişiler bile hüngür hüngür ağlarlardı.
        Geçmiş yıllarda ölen kişinin yakınları bir hafta çamaşır yıkamazlardı. Erkekler traş olmazlardı. Kadınlar siyah elbiseler giyerlerdi. Özellikle kadınlar ölü üzerine ağıtlar söylerler.
       Komşular bir hafta boyunca ölü evine yemek hazırlayıp götürür, dışarıdan başsağlığına gelenleri evlerinde misafir ederler. 
        Ölü evini komşuları, başsağlığı boyunca yalnız bırakmazlar. Ölü evinde dini konular başta olmak üzere tartışma ve sohbetler yapılır.
       Ölü evi, ölünün kırkıncı gününde çevreyi davet ettikleri bir yemek verirler; böylece ölüye hayır yapmış olurlar. Buna kırk derler.
       Ileriki senelerde de ev sahibi isterse yine yemek verir, ölüleri hayırla yadederler. Bu yemeğe de hayır(xer) derler.

 

| Gönderen: | Kategori: Kültür | Tarih: 29.03.2007 |

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol