TÜRKİYEDEKİ TÜM TOPKAYNAKLILARIN(BÖCÜKLÜ) BULUŞMA NOKTASI
  Yaşam
 

 YAŞAM: 
       Haymanalı Şeyhbızınlar, Haymana yöresine göçetmeden önce büyük ihtimalle maleser adı verilen kara çadırlarda barınırlardı. Kış mevsiminde hayvanları da ayrı bir çadırda barındırırlardı. Bu şekildeki yaşam, Haymana yaylasına geldikten sonra da devam etti. Ancak 1800’un başlarında Haymana’da yerleşik hayata geçtikten sonra da kışları evde oturur, baharla beraber yaylalara çıkar, yaylalarda kara çadırlarda otururlardı. 
        Maleser dedikleri kara çadır, kendileri tarafından kara kıl keçisi kılından sık dokunurdu. Hem sıcaktı, hem de yağmur ve suyu geçirmezdi. 
       Şeyhbızınlar, gerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, gerekse Haymana yaylasına gelip iskan olunana kadar bahar ve yaz mevsimlerinde yaylalara çıkar, çadır ve keçelerini öküz sırtlarına yüklerlerdi. Bu yüzden Şeyhbızın aşiretine bazı aşiretler, öküz yüklü anlamında Gabar, Gabende de derler.
       Haymana yaylasına gelene kadar yatak, yorgan bilmezlerdi. Yeniceli Mirza kabilesinden Benzo'nun oğlu Braym, yüksek ahlak sahibi bir kişiydi. Çevrede namı güçlü, kuvvetli, babayiğit olarak duyulmuştu. Terikan(Cihanşah) aşiretinden bazı kişiler onu tanımaya, görmeye gelmişler, misafir olmuşlardı. Bakmışlar ki Braym hiç de duydukları, zannettikleri gibi babayiğit, iri cüsseli biri değil, aksine ufak tefek, çelimsizin biridir. Bunu Braym'a anlatmışlar; "biz seni böyle böyle sanırdık. Gördük ki sen, öyle cüsseli biri değilsin." Braym gülümseyerek; "halk beni ahlaklı, iyiliksever, hoş sohbet olarak görür. O yüzden beni sever, babayiğit der. Yoksa ben sizin sanmış olduğunuz gibi iri yarı, cüsseli biri değilim. Gördüğünüz gibi ufak tefeğin biriyim." Derken yatma zamanı gelir, misafirlere keçeler serilir, üstlerine keçeler örtülür. Misafirler Braym'a; "siz yatak, yorganda yatmaz mısınız?" diye sorarlar. Braym ise; "yatak, yorgan da nedir? Biz onları bilmeyiz." diye cevap verir. Terikanlılar, köylerine döndüklerinde hoşlarına giden Braym'a birkaç kat yatak gönderirler. İşte Yeniceli Şeyhbızınlar, böylelikle yatak-yorganı öğrendiler.
      Şeyhbızınlar, maleserlerden çıkıp nasıl kendi evlerini yaptılar? Büyük ihtimalle yerleştikleri şimdiki topraklarda, burayı terkedip göçeden halkın(Ermeni) ev yıkıntıları vardı. Ermeniler, duvar tutmakta, yapı yapmakta mahir kimselerdi. Bunların eliyle bu harabeler onarılıp, yerleşildi. I.Dünya Savaşı'na kadar çevrede pekçok Ermeni ve Rum duvar ustası vardı. Şeyhbızın köyleri taştan duvar örmeyi ve ustalığını bunlardan öğrendiler. I.Dünya Savaşı'yla birlikte bu ustalar bölgeden çekilmiş, köyün yerli ustaları türemiştir.
       Köylerinde evler moloz taştan yapılırdı. Evin köşelerine, pencere ve kapı kenarlarına yontulmuş gönyeleri düzgün taşlar kullanılırdı. Duvar kalınlıkları 70, hatta 90 cm olurdu. Sonradan yerli duvar ustaları duvar kalınlıklarını 60 cm'ye indirdiler.
        Evlerin damları düz topraktı. Odaların eni yanından kirişler atılır, üzerine duvardan duvara hatil(önceleri balta işi) ya da yuvarlak ağaçlar dizilirdi. Bunların üzerine kamış(sonradan kamış hasır), kamışın da üzerine kuru ot ya da tahıl sapı döşenir, hepsinin üzerine saman serpilirdi. Samanın üstü toprakla, onun da üstü su geçirmeyen çorakla kapatılır, böylelikle evin damı tamamlanmış olurdu. 
      Evlerin odalarından gayet küçük pencereler açılırdı. Duvarlar içten toprakla sıvanırdı. 50-55 yıl öncesine kadar kireç badana yapmazlardı. O senelerde tarlalarda buldukları ufak kireç taşlarını topladılar, bir kat tezek, bir kat da kireç taşı koymak suretiyle yığın yaptılar. Bu yığına içten baca yaptılar. Sonra da ateşe vererek yakmağa başladılar. Yanıp söndükten sonra kül yığınından kireci ayırarak bu kireçle evleri badana yapmaya başladılar.
      Evin her odasında ocaklı baca yapılırdı. Bacaların ön cephesi yekpara blok taştan oyulup yontularak yapılırdı. Altına, ayrıca her iki yanına "kol taşı" denilen özel iki taş yontulmak suretiyle konulurdu. Bacanın blok taşının üst kısmı, saçak şeklinde, öne doğru çıkık yapılır ve geceleri bunun üzerine o zaman ki aydınlanma aracı olan çırampa konurdu. Çırampa iki şekilde olurdu: Biri çok ince sacdan, dibi geniş, üste doğru giderek daralan bir şekildeydi. Ağız kısmı yuvarlaktı, ortasında ince bir boru kapak bulunurdu. Bu borudan ince bir bez fitil geçirilir, çırampanın içinden dibine kadar indirilirdi. Çırampada gaz yağı kullanılırdı. Çırampanın diğer şekli ise yine ince sacdan, düz tabanlı yapılır, kenar¬ları bir ya da bir buçuk cm yukarıya doğru bükülürdü. Içine ince bezden bir fitil konulurdu. Bu çırampada ise zeytinyağı kullanılırdı.
     40-50 yıl öncesine kadar Haymana ilçesi çok geniş bir alana sahipti. Yenice Nahiyesi'ne 56 köy bağlıydı. Nahiyede han ve otel bulunmadığından burada kalmak zorunda olan yabancılar için köylüler, evlerinin yanında misafirhaneler(oda) tesis etmişlerdi. Gelip geçenler bu odalarda misafir edilirlerdi.
    Odalarda, ön kirişin dirseklerinden itibaren, odanın zemininden 25-30 cm yüksekliğinde sekiler yapılırdı. Evlerin ön ve girişleri kıbleye dönük olduğu gibi odaların pencereleri de kıble tarafından açılırdı. Sözü edilen sekiler de pencere tarafına yapılırdı. Odanın bacası ise sekiden geri kalan ve odanın giriş kapısının tam karşısına gelen duvarın orta kısmına kurulurdu. Bacanın her iki tarafında eşit mesafe bırakılırdı. Bacanın her iki tarafına, kapıya kadar, eni dar fakat duvardan kapının bulunduğu duvara kadar uzanan "keçe" serilirdi. Keçenin üzerine, evdeki kadınların ve genç kızların özenle dokudukları, ver adı verilen kilimler serilirdi. Duvarın kenarlarına da yine özenle, büyük hünerle dokunan yastıklar dizilirdi.
      Gelen misafirlerin yeme-içmeleri, binek ve koşu hayvanlarının(at, eşek gibi) yemleri oda sahibi tarafından hiçbir karşılık beklenmeksizin sağlanırdı.
      Bu odalara yabancılar haricinde köy halkı da-özellikle kış mevsiminde gelir, oturur, sohbetler ederlerdi. Ahmediye, Muhammediye, Siret-i Nebi gibi kitapları okur, büyük bir iştiyakla dinlerlerdi. Bu kitapları okuyanlar davudi sese ve güzel makama sahip kişilerdi. Ayrıca odalarda ilmihaller okunur, dini sohbetler, eğlence ve şakalar da yapılırdı.
      "Kaza düğünü" dedikleri düğünlerde geceleri delikanlılar, bu odalarda düğün, eğlence ve oyunlarını yaparlardı.
       Odanın ocaklarında(baca) tezek yakılır, evin odaları böylece ısıtılırdı.Oda bacalarına tezek küreleri yapılırdı. Yakıldığında bacadan koca bir ateş ve alev yükselirdi. Zaten çok muhkem bir şekilde yapılan evlerin odaları bu şekilde yanan yakıtla çabucak ısınır, kolay kolay soğumazdı.
      Odada büyükler ocağın her iki yanına oturur, her iki yandan aşağı doğru cemaat sıra ile dizilirdi. Sekilerde cemaatin yaşça en küçükleri otururdu.
     Evin yemekleri, evin salonundaki(mevan) bacada(ocakta) pişirilirdi. Ev halkı da yatana kadar salonda(mevanda) otururdu. Ev halkı; aile reisi, eşi, çocukları, gelinleri ve torunlarından meydana gelirdi. Yatma zamanı geldi mi evli erkek çocuklar, eş ve çocuklarıyla kendilerine ait odalara çekilir, yatarlardı. Hane reisi de kendi odasına çekilirdi. Yataklar yerlere serilirdi. Sabahleyin yataklar toplanıp katlanarak kendi odasındaki "purık"e konulurdu. Hanede evli olan her çocuğun odasında kendisine ait purıkı vardı.
     Şeyhbızınlar, 1947-1948 yıllarına kadar evlerinde soba kullanmazlardı. Bu yıllardan sonra tezek ve saman gibi yakıtların yakıldığı ince saç sobalar kullanılmaya başlandı. Uzun bir süre ocaklar(bacalar) da ısınma aracı olarak devam etti.
      Evlerde, bir de köylünün ekmeği olan yufkayı pişirdikleri ve halkın tendür dediği tandırları vardı. Tandır ya evin salonunda geniş bir baca ile, ya da evden ayrı bir damda yapılırdı. Tandır, aynen ocak bacalarında olduğu gibi inşa edilirdi. Ancak ocak kısmı daha geniş ve 40-50 cm derinliğinde, yarım küre şeklinde yapılırdı. Ayrıca tandırda kullanılan yakıtın daha iyi havalanması için tandırın içinden, alttan dışa doğru 1.5 m uzunluğunda açılan, bir soba borusu genişliğinde delik yapılırdı. Tandırın üze¬rine sac denilen kalınca, oval biçimde bir araç konulur, yufkalar bunun üzerinde pişirilirdi. Tandırlar günümüzde hala kullanılmaktadır. Yenice’den Ali Delle anlatırdı; "biz, 18-20 kişilik bir aile idik. Hayvanlardan sağılan sütü büyük leğenlere(teşt) korduk. Leğendeki sütün üzerine biraz un karıştırarak peynir şekline getirir, meydana gelen bu yiyeceği ekmek yerine yerdik. Böylece ailemize senede 8 yarım(teneke) un yetiyordu." Ali Delle'nin anlattıklarından, eskiden yufka yerine sütlü un bulamacının kullanıldığı anlaşılmaktadır.
       Orta Anadolu aşiretlerinde, tandırlarda iki çeşit yufka yapılır: Biri nan-ı elatığ dedikleri kalın ekşili yufka, diğeri ise nan-ı fetire dedikleri ince yufka. Ince yufkayı, hamuru yapıldıktan bir saat sonra tandırdaki sacın üzerinde pişirirlerdi. Kalın ekşili yufkayı ise, "hevirtırş" dedikleri üç-dört gün bekletilmiş ve bu şekilde ekşimiş hamuru, sulandırarak cıvıtıp ekmek edilecek hamurda yoğururlar. Bu hamur akşamdan yapılır, ertesi gün sabaha kadar bekletilir. Böylece kabaran bu hamurdan "nan-ı elatığ" dedikleri kabarık(ekmek) yufkayı yaparlar. Bu kabarık yufkayı, Şeyhbızın Aşireti köyleri hala tandırlarda yapmaktadırladır.
     Tandırda yufka ekmeğini yaptıktan sonra sacın çukur kısmının içini iyice temizlerler, çukur yanı üste gelecek şekilde tandırın üzerine korlar. Temiz buğday konularak kavururlar. Böylece tadı hoş yemişlik buğday kavurması yaparlar. Buna "germışiağ(genım-ı bırşiağ)" derler. Bazen germışiağı kahve el dibeklerinde şeker karıştırarak iyice döverler. İnce hale geldikten sonra yenilmesi çok hoştur.

| Gönderen: | Kategori: Kültür | Tarih: 29.03.2007 |
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol